ESKİDEN BUGÜNE…

En ilkel biçimde nasıl iletişim kurarız?

Beden diliyle, el kol hareketleriyle

Gözlerle…

Dokunarak belki, iletişim şekline göre…

Ama en medeni iletişim şekli konuşarak yani dil ile olanı…

Tabii ki bunları biliyoruz. Ama doğduğumuz günden itibaren kullandığımız ana dilimizin önemini bazen unutuyoruz.

Dil bir milletin en değerli hazinesidir. Öğrenme, anlayabilme, muhakeme etme ve yeni nesillere aktarılacak toplumsal, kültürel, sanatsal, tarihsel bilgi ve değerlerin aktarılmasında çok önemlidir. Toplumlarla birlikte gelişir ve yaşar.

Yeni neslin dilimizi doğru olarak kullanmalarına bu yüzden dikkat etmek zorundayız. Ailelere ve öğretmenlere, çocukları dil konusunda geliştirmekte, önemli görevler düşüyor.

Mustafa Kemal Atatürk konuyu özetlemiş;

“Türk milletinin dili Türkçedir. Türk dili dünyada en güzel, en zengin ve en kolay olabilecek bir dildir. Onun için her Türk dilini çok sever ve onu yükseltmek için çalışır…Türk dili Türk milleti için kutsal bir hazinedir. Çünkü Türk milleti geçirdiği sayısız felaketler içinde ahlakın, geleneklerinin, hatıralarının, çıkarlarının kısaca bugün kendi milleti yapan her şeyin dili sayesinde korunduğunu görüyor. Türk dili, Türk milletinin kalbidir, zihnidir.”

Günlük hayatta kullandığımız deyimlerin hikayelerini okudum geçen gün. Dilin nesilden nesile aktarılan bir canlı olduğunu düşündüm. Deyimleriyle, ata sözleriyle renkli bir doku resmen…

ÜSKÜDAR’DA SABAH OLDU…

Üsküdar’da deniz kıyısında Valide Sultan ve Mihrimah Sultan camilerinin müezzinleri, karşı tarafta yaşayan padişaha seslerini duyurabilmek ve ondan ihsan alabilmek belki de saray müezzinliğine yükselebilmek ümidiyle, sabah ezanlarını mutlaka Beşiktaş’taki cami müezzinlerinden önce okurlarmış.

Bir şeyin zamanını geçirmek, geç kalmak anlamında bugün bile kullanılmakta olan “Üsküdar’da sabah oldu” deyimi, vaktiyle aynı hatta üzerinde olmaların a rağmen Üsküdar’da Beşiktaş’tan önce okunan sabah ezanlarından kaynaklanmıştır.

DİNGO’NUN AHIRI

İstanbul’da ulaşım için atlı tramvayların kullanıldığı yıllarda, iki at ile çekilen tramvaylara, dik Şişhane yokuşunu çıkabilmesi için fazladan atlar koşturulurdu. Azapkapı’da tramvaya eklenen takviye atlar, Taksim’de Dingo isimli bir Rum vatandaş tarafından işletilen ahırda dinlendirilir, sonra tekrar Azapkapı’ya  

Götürülürlerdi. Gün içinde sürekli atların girip çıktığı ahırın bu durumu dolayısıyla, girenin çıkanın belli olmadığı veya her önüne gelenin girip çıkabildiği yerler için bu deyim kullanılmıştır.

ÇAPULCU

Vaktiyle tulumbacı takımlarına sızmış işşiz güçsüz adamlara çapulcu adı verilirdi. Bunlar zaman içinde birtakım sınavlardan ve denemelerden geçerek takıma alınmalarına rağmen, bazıları ilk fırsatta yangın yerinden hırsızlığa kalkışırlar, durum fark edilirse polise teslim edilirler ve o semte bir daha adım atamazlardı. 1910’lu yıllarda İstanbul Şehremini’liği (başkanlığı) görevini sürdüren Cemil Topuzlu, hatıralarında itfaiye teşkilatındaki aksaklıkları dile getirirken “çapulculuk” tan bahsedilmektedir.

PÜSKÜLLÜ BELA

II. Mahmut devrinde önce askerler ardından memurlar için resmi başlık olarak kullanılan fes kısa sürede halk arasında da kullanılmaya başlanır. Fesin yaygınlaşmasıyla beraber değişik renk ve biçimlerde püsküllü ve püskülsüz modeller ortaya çıkmıştır. Yağmur ve kardan kalıbı bozulan, rüzgarda püskülü sürekli karışan fesin kullanımı zahmetli ve masraflı iştir. “Püsküllü Bela” deyimi bu durumdan esinlenerek ortaya çıkmıştır.

İKİ DİRHEM BİR ÇEKİRDEK

Kılık kıyafetiyle dikkat çeken İstanbul hanımefendileri ve beyefendileri için kullanılan bu tabir, aynı zamanda gösterişten uzak ve giydiğini kendisine yakıştıran anlamlarını da taşır. Deyimde geçen “dirhem” ve “çekirdek” tabirleri kuyumculukta hassas tartılar için kullanılan ağırlık ölçüleridir. O dönemde piyasada en değerli para olan Osmanlı Altını, tartıda iki dirhem bir çekirdek gelmektedir. Kılık kıyafet konusunda titiz olan kimselerin piyasadaki en yüksek değere ve hassas ölçülere sahip altın sikkeyle beraber değerlendirilen bir deyim olmuştur.

KABAK BAŞINDA PATLAMAK

Su kabaklarının içleri oyularak şişe gibi kullanıldığı yıllarda, Galata Meyhanelerinin içleri şarap dolu kabaklar sıra sıra vitrine dizilir; isteyen külhanbeyi hangi kabağın ipini keserse onu alır ve bitirmeden yerinden kalkmazmış. Meyhaneye yapılan baskınlarda zabıtalarve bekçiler tarafından mekandaki küpler ve fıçılar devrilir, sıra sıra asılmış şarap kabakları da meyhaneci ve araya giren müşterilerin başında patlarmış.

İnstag:   @gamze.gurel

Twitter: @gamzegurell

YORUM EKLE
google.com, pub-5691823233856454, DIRECT, f08c47fec0942fa0