İnsanlar Neden Doğaya Bağlıdır?

Biyofili Hipotezi Nedir?

İnsanlar Neden Doğaya Bağlıdır?

Evrimsel psikoloji alanında biyofili hipotezi (BET), insanların diğer yaşayan (biyolojik) sistemlere karşı içgüdüsel bir duygu ve bağ beslediğini savunan bir argümandır. Yani temelde yaşama ve yaşayan sistemlere karşı duyulan "sevgi" denilebilir. İlk olarak psikanalist Erich Fromm tarafından 1973 yılında yayınlanan The Anatomy of Human Destructiveness isimli kitabında "Canlı ve yaşamsal olan şeyler tarafından cezbedilme yolundaki psikolojik saplantı." şeklinde tanımlanmıştır. Bu durumun insan türünün hayatta kalma potansiyelini ve motivasyonunu artırdığını savunmuştur. Ardından 1984 yılında biyolog Edward Wilson, Biophilia adlı kitabında bu terimi açmış ve detaylandırmıştır. Edward'ın tanımına göre biyofili, "Yaşayan organizmalar ile çevrili olmanın getirdiği zengin ve doğal hazdır." Bu bilim insanlarından önce Antik Yunan filozofu Aristoteles, "doğa sevgisi" terimini "iş birliği" anlamında kullandığı için benzer tanım yaptığı dile getirilir. Evrim Ağacı'nın haberine göre;

Evrimsel Açıdan Ne Sağlar?

Edward Wilson anlatımlarına göre insanların yaşamsal olarak biyolojik sistemlere karşı geliştirdiği cezbedilme duygusunun evrimsel süreçte getirdiği genetik temelleri bulunur. Doğanın kendisi, insanın hayata tutunma iradesi lehine motivasyon sağlar. Özetle Conatus'unu destekler. Böylece genlerini aktarma başarısı da artar. Çünkü "doğa" yaklaşık 4 milyar yıldır şekillendiğimiz coğrafyadır. Yine bu yüzdendir ki ufak bebeklerin büyük gözleri bizlere çok çekici ve tatlı gelir. Çünkü diğer bireyler tarafından korunacak olan yavrunun evrimsel başarısı artar.

Conatus, felsefede bilincin iradi boyutudur. Spinoza'ya göre kişinin kendi varlığını koruması amacına yönelmiş eğilimlerinin tamamıdır. İlginçtir, diğer yandan ilk olarak bilimkurgu yazarı James Lovelock’un düşündüğü Gaia hipotezine göre gezegen bütünüyle bir organizma gibi davranır. Gezegenin okyanusları, ormanları ve toprağı bütünüyle bir süper-organizma gibi davrandığı savunulur. James Cameron'un Avatar (2009) filminde işlenen Pandora uydusu ve Stanisław Lem'in Solaris yapımı da bu argümandan esinlenilen kurgulardır. Fakat yapılan bilimsel çalışmalar ile argümanın pek tutarlı olmadığı görülmüştür. Bu yüzden bilim dünyasında bir nevi "romantik hipotez" olarak duygusal anlamda yer almıştır.

İnsanın Doğa ile İlişkisi Nasıldır?

Anekdotal ve nitel kanıtların gösterdiğine göre insanlar "doğal olarak" tabiata ilgi duyar. Örneğin doğanın fiziksel görünümü (morfolojisi), yeşil arazileri, karlı dağları, mavi denizi ve gökyüzü bütün insanlara ilgi çekici gelir. Ayrıca doğa tarafından şekillenen insanın kültürel araçlarına da şekillendirmiştir. Örneğin dil içerisindeki atasözlerinde de çoğu zaman hayvanlardan, doğadan karakterler bulunur. Doğanın bu sembolik kullanımı da hipotezi destekleyici niteliktedir. Evren formdan forma girip nitelikler üretiyor. Sonra da kendi kendisini izleyen bir şey haline geliyor. Biz evrenin ürünüyüz ve evreni seyrediyoruz.

Teknolojinin gelişmesi ile birlikte 19. ve 20. yüzyıl içerisinde insan türü kendini doğadan izole etmeye başladığı için, kendi sentetik doğasını yaratmaya başladı. Hal böyle olunca birtakım etkileşimler değişmeye başladı. Burada şunu vurgulamakta fayda var, bu durumu "kötü" veya "iyi" diye sınıflayamayız. Keza bu sınıflandırmaları zaten insan türü olarak biz yapıyoruz. Doğanın bir ürünü olan bizler, doğadan bağımsız hareket edemeyiz zaten. Kullandığımız teknolojiler, ilaçlar, araçlar ve onca materyalin temeli "doğadan" alınan ve değiştirilen süreçleri kapsar. Fakat 19. yy'da net bir biyocoğrafya değişimi yaşandığı su götürmez bir gerçektir.

YORUM EKLE
SIRADAKİ HABER
google.com, pub-5691823233856454, DIRECT, f08c47fec0942fa0